Beyaz yakalı emekçiler kazanılmadan Türkiye’de sosyalizm kurulamaz
Eylem Taylan-H. Deniz Sert
Sosyolog Cihan Tuğal, “Beyaz yakalı emekçiler kazanılmadan, özellikle proleterleşen kesimleri, hatta proleterleşmeyen kesimlerinin bile ciddi bir kısmı kazanılmadan Türkiye’de sosyalizm kurulamaz” dedi.
Türkiye’de 14 ve 28 Mayıs seçimleri Saray Rejimi’nin devam etmesiyle sonuçlanırken, ülkenin neredeyse yarısının ise bu rejimin halen karşısında olduğu sonucunu gösterdi.
Berkeley Üniversitesi’nde Öğretim Üyesi ve Türkçe dahil olmak üzere birçok dile çevrilmiş çok sayıda çalışması mevcut olan Sosyolog Cihan Tuğal ile genel seçim sonuçlarından yola çıkarak Türkiye’deki sosyalist hareketin konumunu, sol-sosyal demokrat damarın dünyadaki pozisyonunu, Türkiye’deki sol-sosyalist hareketin mavi ve beyaz yakalı emekçilerle ilişkisini, Gezi Direnişi’nin mirasını ve Türkiye İşçi Partisi’nin tüm bu tablodaki yerini konuştuk.
2023 genel seçimleri sonrasında önümüze çıkan tabloda iktidar bloku ve anaakım muhalefet bloğunda seçmen desteği bakımından anlamlı bir değişim yaşanmadığı görülüyor. Seçim sonrası yapılan pek çok tahlilde de işçi sınıfının önemli bir kısmının iktidar bloğundan kopmadığına, sol-sosyal demokratik siyasetlerin yeni mevzi kazanamadığına işaret edildi. Blokların bu şekilde donup kalmasında hangi toplumsal gruplar ve sınıfsal ilişkiler belirleyici oldu?
Uzun zamandır aslında Türkiye’de bir rejim değişikliği yaşanıyor. Siyasi rejim ve iktisadi rejim anlamında. Fakat bir türlü nihayetine erdirilemiyor. Ve bunun birçok nedeni var. Fakat bir değişim olmadığı anlamına da gelmiyor. Bu değişim sırasında sosyalistlere yeni mücadele alanları açılıyor. Sosyalistler de bir şekilde bu alanları değerlendiremiyor. Çok karmaşık şeyler oluyor aslında ve çok net bir reçete ya da çok net bir yapısal değişiklik de yok. Çok kafa karıştırıcı bir durum, bu sebeple bu zorlukları yaşıyoruz zaten. Aslında iktidarın kendisi de belirli zorluklar yaşıyor. Ama iki senede bir, bazen senede bir tekrar bir makas değişikliğiyle yıktıkları her şeyi toparlamayı başarabildiler. Bu neredeyse 12-13 senedir devam ediyor, yeni başlayan bir süreç değil. İktidarın bu yeteneğini biraz tartışmak lazım. Bu kabiliyeti nereden geliyor? Ama onu tartışmadan önce bu yapısal değişiklikler ne, onu konuşalım. Neoliberalizm ile başlamak lazım. Türkiye’de 1980’lerde, 1990’larda daha klasik bir neoliberalizm uygulanıyordu. Bu dünya çapında bir parça değişti. 2000’lerde AK Parti de o klasik neoliberalizmden daha popülist diyebileceğimiz bir neoliberalizme geçişin ifadesi oldu. 2000’lerde sosyal refah uygulamalarıyla, kontrollü bir neoliberalizm yaşandı. Fakat 2008 krizi ile bu da iflasın eşiğine geldi ve bu noktadan sonra daha sert devlet müdahaleleri ve devletin sadece refaha değil, birikim sürecine bir düzenleyici olarak katılması yaşanmaya başlandı.
İlk yapısal değişiklikten başlayalım. Türkiye’de neredeyse bütün sosyalistler “Neoliberalizm ölmedi, bitmedi, devam ediyor” diyor. Fakat birkaç kişi, bu birikim modelindeki değişikliği anlatıyor. Birikim modelinin düzenlenmesinde neoliberalizmden bir uzaklaşma yaşanıyor fakat istihdam rejiminde bir değişim yaşanmıyor. Bu alanda neoliberalleşme devam ediyor, özelleştirmeler de devam ediyor. Fakat özelleştirmenin biçemine, bir başka ifadeyle bu işin yasal görünümüne takılmamak lazım. Bir taraftan bir devlet kapitalizmi kuruluyor. Fakat en başta söylediğim gibi devlet kapitalizmi de bir türlü nihayetine erdirilemiyor. Dolayısıyla, neoliberalizm bitti, devlet kapitalizmi başladı diyemiyoruz. Macaristan’daki sosyologlardan bazıları milli kapitalizm kavramını kullanıyor. Ancak, Türkiye’de tam anlamıyla bir millilik de inşa edilmiyor. Evet, milli kapitalizmin ve devlet kapitalizminin araçları kullanılıyor, fakat bunlar nihai veya mantıki sonuçlarına erdirilemiyor diyebiliriz. Bu tamamlanmama halinde hem dünya dengelerinin etkisi hem de Türkiye’deki sınıfsal ilişkilerin etkisi var. Dünya dengelerinin etkisini Çin örneğinden de görebiliriz. Çin ne kadar milli kapitalizm uygularsa uygulasın, aslında dünyanın genel neoliberal düzeninin içinde yer alan, sınırlı bir rejim. Çin modeli dünya kapitalizmine bir alternatif ya da onun dışında bir devlet kapitalizmi değil. Aslında birbirini besleyen iki yapıdan bahsedebiliriz. Amerika’daki daha klasik neoliberalizmle Çin’deki milli kapitalizm birbiriyle iç içe geçmiş ve birbirini besliyor. Bu anlamda da Roosevelt döneminde yaşanılan devlet kapitalizminden farklı bir rejim diyebiliriz. Bir başka deyişle neoliberal piyasa kapitalizmi bitip de devlet kapitalizmi başlamıyor. Böyle bir sarmal içinde yuvarlanıyoruz.
Bu sarmal çok ciddi işçi hareketleri doğuruyor. Bunu biz Metal Fırtına’yla gördük. Sonra 2022’de çok kısa bir Emek Baharı yaşandı. Fakat bunlar, sosyalistler herhangi bir etki alanı kuramadan hemen sönümleniyor. Önümüzdeki yıllarda bu durumun nedenini ve nasılını tartışmak gerekecek. Şu noktada önümüzde çok net bir reçete yok. Bu hareketler yaşanmaya devam edecek ve sosyalistler de deneye yanıla öğrenecekler. Fakat belki bu hareketlerin şimdiye kadar gereğince, yeterince ciddiye alınmadığını vurgulamak gerekiyor. Elbette birkaç küçük çevre, birkaç önder buralara girmeye, buralarda nüfuz sahibi olmaya çalıştı ama sosyalist hareketin genelinde büyük bir rota değişikliği yaşanmadığını söyleyebiliriz. Halbuki bunun yaşanması gerekiyor. Metal Fırtına’nın ama özellikle 2022 Emek Bahar’ının gösterdiği üzere-tırnak içerisinde Emek Baharı, 1989’daki işçi ayaklanmalarıyla karşılaştırılabilecek düzeyde değil tabii- her zaman grev ve sendikalaşma mücadeleleri biçiminde olmasa bile işyeri gerginliklerinin giderek tırmanacağı bir döneme giriyoruz. Bu durumun yapısal bir değişiklik olarak farkına varılması ve sosyalist hareketin bu ana damar üzerinden kurulması gerekiyor. Fakat, bunu fark ettiğimiz ve buraya yöneldiğimiz anda, sosyalist hareketin neredeyse bütünü oraya yönelse bile, hemen örgütleyebileceğimiz bir damar olmayacak. Çin’deki durum da ortada: Bir sürü sosyalist öğrenci bu mücadelelere kanalize oldu, ama hepsi tutuklanıyor, bastırılıyor, kaybediliyor… Türkiye’de de bir benzeri ya da daha kötüsü yaşanabilir.
TÜRKİYE BİR ALT EMPERYAL MOMENT KURMAYA ÇALIŞIYOR
İkinci yapısal değişiklik ise yukarıda ifade ettiğimizden çok da bağımsız olmayan jeopolitik dengelerin değişmesine işaret ediyor. Amerikan emperyalizminde, çöküş demeyelim ama bir gerileme var. Rusya, Çin kendilerine alan açmaya çalışıyorlar. Bunu en az on beş senedir yaşıyoruz. Arap Baharında bu süreç iyice dramatize oldu. Suriye üzerinden çok sert hesaplaşmalar yaşandı ve açıkçası Suriye’de bir pat durumu var. Şimdi bu patın yine trajik bir halini yavaş yavaş Ukrayna’da görmeye başlıyoruz. Çin burada çok perde arkasında davranıyor, ABD ise kendini o kadar gizlemiyor. Sanki Amerika’yla Rusya arasında bir savaşmış gibi gözüküyor, ama çok daha büyük bir hesaplaşma var. Türkiye burada yolunu ararken aslında Millet İttifakı’nın yapamayacağı bir şeyi yapıyordu Cumhur İttifakı, bu farkı çok iyi görmek lazım. Bu, devlet kapitalizmi bahsi ile de çok alakalı. Millet İttifakı sanki Amerikan emperyalizmi eski mutlu günlerindeymiş gibi davranmaya devam ediyor, Avrupa Birliği hâlâ kollarını açmış Beyaz Türkleri bekliyormuş gibi davranıyor. Halbuki Avrupa Birliği artık Kara Türklerle Beyaz Türkler arasındaki ayrımı umursamıyor. Bizi kara bir millet olarak görüyor ve hiçbir şekilde bizi almaya niyetleri yok. Bu durumu net olarak kavramadan hiçbir siyasi tartışma yapılamaz. Millet İttifakı’nın bu zaafından doğan boşluğu Cumhur İttifakı çok iyi değerlendiriyor. O yüzden de Cumhur İttifakı bütün saçmalamalarına, zaaflarına, eksikliklerine rağmen işçi sınıfının, halkın umudu olmaya devam ediyor. Ne demek istiyorum? Net bir anti-emperyalizm değil tabii. Görünürde, yüzeyde bir Amerikan karşıtlığı var. Fakat daha ziyade Amerika’nın boşalttığı alanda Türkiye ne kadar etki sahibi olabilir, ‘devlet’ şu anda bu duvarları zorluyor. Bu tabii Çin’le olan ekonomik ilişkileri üzerinden, Rusya’yla olan enerji ilişkisi üzerinden değerlendirdiğimizde, bahsettiğim neoliberalizmden devlet kapitalizmine eksik geçişin bir yansıması.
Başka bir deyişle, Türkiye bir alt emperyal moment kurmaya çalışıyor. Alt emperyal derken daha klasik anlamda bir emperyal gücün altındaki bir ulusal güç düşünülür. Halbuki Türkiye iki-üç emperyal gücün birbiriyle yenişememesi durumundan doğan bir boşluktaki bir alt emperyalizmi kurmaya çalışıyor. Ayrıca, milliyetçiliğin yükselişini sadece bir göçmen nefreti ya da Kürt nefreti üzerinden düşünmemek gerekir. Bütün bu süreçlerin iç içe geçmesi, işçi sınıfında ve diğer halk kesimlerinde belirli beklentiler uyandırıyor: Savaş sanayimiz gelişecek, bir enerji geçiş ülkesi olacağız, ara mallar üzerinden bir sanayi sıçraması yaşanacak… Bütün bunlar bölük pörçük beklentiler ve umutlar yaratıyor ve bunlar Erdoğan’ın kişiliğinde cisimleşiyor. Dünyaya meydan okuyan lider diye abartılıyor ama abartı kısmına o kadar takılmamak lazım. Yani o cisimleşmenin birtakım somut jeopolitik ve birikim modelinden kaynaklanan temelleri var, işçi sınıfı ve halk kesimleri bu yüzden umudunu böyle bir beklentiye bağlanmış durumda. Neoliberalizm klasik haliyle artık bittiğine, Amerika da yavaş yavaş gerilediğine ve bölgeye bir neoliberal ya da hatta liberal bir barış getiremeyeceğine göre bizi ne kurtarır? Alt emperyal oyunlar, ondan doğacak savaş sanayi, milli gurur vesaire… Tüm bunlar, bu durumda hâlâ Cumhur İttifakı’nı ayakta tutan, bir yanda sınıfsal ilişkilerin, diğer yanda ideolojinin ve emperyal ilişkilerin iç içe geçmiş hali.
Bu genel çerçeve için çok teşekkürler. Şöyle bir tespit yapılıyor: Dünya genelinde de küresel resesyon sonrasında 2010’larda bir Occupy dalgası, meydan hareketleri ve peşi sıra gelen bir sol-sosyal demokrat dalga vardı. Çok uzun süre kalıcılığını koruyamadı ve hatta belki bu on yılı bir yenilgiyle kapattı. 2010 sonrasındaki bu küresel trendi düşündüğünüzde -Occupy, Syriza, Podemos’u ve Latin Amerika’daki bazı örnekleri dahil edebiliriz- Türkiye ile bu küresel trend arasında siz nasıl bir ilişki görüyorsunuz?
Buralarda yenilen neydi? Biraz bu sorudan başlamak gerekiyor. Her yerde yenilen aynı şey değildi. Birazdan daha da açacağım gibi, ‘yenilgi’ kelimesini de dikkatli ve sınırlı kullanmak gerekiyor. Amerika’da Occupy daha anarşizan, otonomist bir yerden kuruldu ve (doğru) hızla yenildi. Ancak, Occupy’ın yenilgisinden sonra DSA (Amerika’nın Demokratik Sosyalistleri) hareketi büyümeye başladı. Dört sene içerisinde, sol-sosyal demokrat denilebilecek bir demokratik sosyalizm anlayışı hızla genişledi. Arka plan Occupy’ın yenilmesi fakat 2016’daki Trump zaferinin de çok büyük etkisi oldu. 20-35 yaş arası kuşak, 1-2 bin kişilik bir örgütü bir anda yüz bin kişilik bir örgüt yaptı. DSA örgütü ciddi anlamda sendikalaşmaya ve Demokrat Parti’yi de bir işçi partisi haline getirme çalışmalarına yoğunlaşmış durumda. Dört sene ciddi mevziler kazandılar. Bir yenilgiden bahsetmek için henüz çok erken, fakat iki senedir, yani Biden seçildikten itibaren, çok ciddi moment kaybetmiş durumdalar. Momenti de iyi okuyamadılar aslında, yani sınıfsal boyuta çok takılıp işin ırk boyutunu biraz ikincil gördüler. Halbuki ırkçılık ve Trump karşıtlığı bu hareketin büyümesinde çok büyük etki sahibiydi. O doğru okunamadı. Yanlış okuma, bu meseleleri ayrı görmekten de kaynaklanıyor. Jacobin çevresi, bu DSA’ya hâkim olan Marksizm anlayışı, çok ekonomist bir Marksizm anlayışı: Ya ırk üzerinden yürürsünüz ya sınıf üzerinden yürürsünüz gibi bir ikiliğe sahip bir sosyalizm anlayışı. Dolayısıyla, kendi yelkenlerini şişiren rüzgârın sınıfsal olduğu kadar, ırksal dinamiklerle de iç içe bir demokrasi özlemi olduğunu çok iyi anlayamadılar. Bu hatalı kavrayış bence hâlâ sürüyor. Dolayısıyla bir moment kaybı var, o da doğru tahlil edilmiyor. Fakat yenilgi demek için erken.
Podemos ve Syriza özelinde ise daha net bir yenilgi var, ama buralarda solun yükselişi de ABD’ye kıyasla daha keskindi. Amerika’da hâlâ bir şeyler oluyor, olacak mı, ne kadar oluyor diye tartışılırken, İspanya’da ve Yunanistan’da daha net bir sol, sosyalizan dalga vardı. Bence kısmî olarak doğru olan popülist bir yerden kuruldu ama eksik bir popülizmdi: Sınıfsal temeli olmayan ve kadro hareketi olmayan bir sosyalizmdi. Aslında ABD’den bayağı farklı bir durum. ABD’de sınıfa ve kadroya sol-sosyal demokrat, sol reformist bir vurgu yapılırken Podemos ve Syriza’da ne sınıfa ne de kadroya vurgu vardı. Hep söylem ön plana çıkarıldı, biz popülist söylemi çok iyi kullanırsak insanlar arkamızdan gelir diye düşündüler. Ve hakikaten insanlar arkalarından gitti bir dönem. Yani yüzde 30’lara, 40’lara varan oylar alındı. Fakat kadro ve sınıf desteği olmayınca siz bunu kalıcı bir iktidara dönüştüremiyorsunuz. Yani iş söylemle olmuyor sadece. İyi söylemle seçim kazanırsınız, fakat seçim galibiyetlerini yeni bir rejime dönüştüremezsiniz. Bu iki örnekteki popülizmin eksikliği oydu, bizde de bence bu yeterince anlaşılmadı. Hep bu Güney Avrupa’nın popülizmleri (hatta genel olarak popülizm) iyi mi kötü mü diye tartışıldı. Ben bunu mantıki açıdan ‘ırk mı, sınıf mı’ tartışmasına benzetiyorum. Böyle değil mesele. İyi mi kötü mü diye soramayız popülizm hakkında. Popülizm zorunlu bir siyaset yapma biçimi. Eğer toplumu ve devleti dönüştürmek istiyorsanız, popülist olmak zorundasınız. Ama bu sınıf ve kadro temeline oturtulmazsa hiçbir yere gitmez, değişim de yaşanmaz. Yunanistan’da ve İspanya’da yaşanan sorun buydu.
LATİN AMERİKA’NIN HİKAYESİ HÂLÂ UMUT VERİCİ
Latin Amerika’da ise bambaşka bir hikâye yaşandı, her ülkesi de farklı üstelik. Brezilya’ya odaklanacak olursak, yukarıda saydıklarımın neredeyse hepsinin tersi geçerli: İşçi Partisi’nin sınıfsal temeli var, topraksız köylü hareketlerinde ve bir takım örgütlü sendikalarda, çok güçlü kadroları var ve popülist söylem ile destekleniyor. Yani iki tarafta, Amerika’da ve Güney Avrupa’da eksik kalmış, birbirini tamamlayabilecek bütün öğeler Latin Amerika’da, özellikle Brezilya örneğinde bir araya gelmiş durumda. Kısmen bu Bolivya’da ve Venezuela’da da görülüyor. Peki görünmeyen ne o zaman, yani niçin bu bölgede de yenilgiler yaşandı? Fakat vurgulamak gerekir ki bu üç coğrafyada yenilgiler birbirinden çok farklı. Hatta DSA için yenilgi kelimesini kullanmadım. Güney Avrupa’da yenilgi yaşandı. Brezilya’da ise aslında sallantılı bir durum var. Birtakım zaferler de yaşanıyor, yenilgiler de yaşanıyor. Ve en bitmemiş olanı belki Latin Amerika’nın hikayesi, hâlâ bize umut veren bir örnek. E peki niye bu kadar sallantıda? Niye daha net biçimde bir zafere dönüşmüyor Brezilya, Bolivya ve diğer örnekler?
Bana kalırsa, Bolivya vakasını hızlıca toparlamak daha kolay. Çünkü siz Bolivya’da ne yaparsanız yapın, sonuçta çok küçük bir ülkeden bahsediyoruz. Ekonomisi çok gelişken değil, hâlâ ham maddelere bağlı bir ülke. Biraz bunu kırmaya çalıştılar ama çok da dışına çıkamıyorlar. Bolivya Türkiye ya da Brezilya gibi bir orta boy güç de değil, ufacık bir ülke. Dünya kapitalizme daha derinden bağımlı olmak zorunda bir ülke. Siz o kadar ufak bir ülkede, Küba örneğinde olduğu gibi, ya kendinizi tamamen soyutlayıp halkınızı yoksulluğa mahkûm edeceksiniz ya da dünya kapitalizmine bağlı olacaksınız. Tek ülkede sosyalizm kurulur mu kurulmaz mı tartışmasının ötesinde, ufacık bir tek ülkede sosyalizm kurulamaz, bu mümkün değil. Dolayısıyla bütün demokratik ve sınıf dayanaklarına, hatta kadro dayanaklarına rağmen Bolivya’da yapılabileceklerin sınırları var. Bütün dünya başka bir rotaya yönelmedikçe Bolivya’daki deneyim çok sosyalist bir çizgide kalamaz, yapısal olarak mümkün değil.
Şimdi Brezilya’ya gelecek olursak, Brezilya orta boy bir ülke. Yani orta boy bir ülkede de elbette yine sınırlardan bahsetmek mümkün. Dünya kapitalizmine bağımlılık mecburi olarak devam etti. Ve de onunla etkileşim içinde, 2000’lerin başında daha sol-sosyal demokrat yerden başlayan bir deneyim, daha sağ-sosyal demokrat bir yere yöneldi. Zaten hiçbir zaman tam anlamıyla sosyalizme doğru bir gidişat yoktu. Fakat sol-sosyal demokrasi bir süre yaşatılabildi. Neden daha uzun süreli olmadı? Aslında bir 10-15 sene de yaşadı. Yani orada hiçbir zafer kazanılmadı demeyelim. Birtakım kazanımlar elde edildi. Fakat kadrolar çok çabuk devletle bütünleşti ve taban hareketleri kolay sönümlendi. İşte burada dünya kapitalizminin dengelerinin de çok önemi var. Sıcak para akışı devam ederken kolay bir yeniden bölüşüm sağlandı. Bu halkı pasifize etti, taban hareketleri de böylece biraz sönümlendi. Hızlı para akışı kesilmeye başladığında da taban hareketleri yeterince önemsenmediği için bu geçiş atlatılamadı. Sıcak paraya dayalı yeniden bölüşümden yeni bir modele geçilemedi. Çok ufak deneyimlerden bahsedebiliriz ancak Brezilya’da, yeni bir birikim modeli yaratma çabası olmadı. Onlar da aslında AK Parti’nin zorluklarından muzdarip. Biz birini sağ popülizm, birini sol popülizm diye düşünüyoruz ama aslında sağ popülizm ve sol popülizm o kadar da farklı değil, en azından bu iki örnek özelinde. Yani ikisi de neoliberal popülizm: Brezilya rejimi de Türkiye rejimi de sıcak para akışlarının yeniden bölüşümüne dayalı görece bir refah yaratma imkânına dayanıyordu. Türkiye’de devlet daha sert müdahil oldu, Brezilya’da ise bunu yapamadılar. Türkiye’de bile dediğim gibi tam gerçekleşemedi devletleşme, yani tam bir Çin rotasına girilemedi. Ama Brezilya’da sol popülistler, devlet müdahalesinin daha azıyla yetindi. Onun için kolayca, biraz da ayak oyunlarıyla, bir seçimde iktidardan uzaklaştırıldılar. Yine de İşçi Partisi, bir taban örgütlenmesi olduğu, hâlâ kadrolara dayandığı ve hala bir sol popülist gelenek olduğu için tekrar neoliberal sağcıları iktidardan uzaklaştırılabildi. Fakat ne kadar kalıcı bir zafer olur? Göreceğiz.
Bütün bu açılardan baktığımızda, yukarıdaki örneklere kıyasla Türkiye’nin aslında ne kadar farklı olduğunu görebiliriz. Bizde Amerika’daki gibi Kautsky’ci bütünsel bir örgüt, yani bütün sola hâkim olmuş ve sola şekil veren bir örgüt yok. Brezilya’daki gibi topraksız köylü hareketlerine dayanan bir kadro yok. Türkiye İşçi Partisi (TİP) bu bölgelerdeki ve Güney Avrupa’daki sol popülizmi biraz hızlıca taklit etmeye çalıştı ama birincisi Türkiye ile Güney Avrupa’nın, Brezilya’nın dinamikleri çok farklı. İkincisi, sağ popülizmin hâkim olduğu bir yerde sol popülizm kendi başına o kadar çabuk sıçrayış yaratamaz. İlk başta, bu anlamıyla Türkiye’yle Güney Avrupa arasında biraz yanlış bir paralellik kuruldu. Orada sağ popülist iktidarlar yok. Hatta aslında AK Parti ve şu anda Cumhur İttifakı klasik anlamda sağ popülizmin de ötesinde, devlet kapitalizmi de kurmaya başlamış ve bir de örgütsel tabanı, dayanakları olan yapılar. Böyle bir hegemonya İspanya’da da yok, Yunanistan’da da yok. Böylesi bir sağ hegemonyayı sırf söylemle delmek mümkün değil.
‘ERDOĞAN KARŞITLIĞI TAM DA BİR AĞAÇ MESELESİDİR’ DENMELİYDİ’
Bu bağlamı Türkiye’deki izdüşümüne, sol-sosyalist eğilimlerin, kitlesel bir karşı çıkışın bir momenti olan Gezi’ye taşıyalım. Bu küresel bağlamı tartıştıktan sonra Türkiye’ye de sol sosyalist pencereden, Gezi üzerinden değinelim istiyoruz. Gezi hareketinin üzerinden on yıl geçti ve şu değerlendirme yapılıyor: Erdoğan’ın karşısında kurulan bir tek adam rejimine karşı blokun ilk hamleleri belki de Gezi ve hemen sonrasında atılmıştı. On sene sonra hakkaniyetli bir değerlendirme yaptığımızda Gezi’nin mirası sizce nerede duruyor sol-sosyalist hareket açısından? Bu moment nasıl imkânlar üretti, ama bir yandan da bu sol-sosyalist hareketleri nasıl bir sınırlılığa hapsetti? Gezi ve sonrasındaki politika yapma biçimi aslında miadını da doldurdu diyebilir miyiz? Sizce bugünden bakınca Gezi yenildi mi?
Farkındaysanız hiçbir coğrafyadaki sola, tamamen yenildi/yendi dememeye çalışıyorum aslında. Gezi için de bunu söyleyebilirim. Bazı açılardan yeni alanlar açılmıştır, bazı açılardan ise yenilmiştir. Şimdi işin temeline inelim: Gezi çok önemli birkaç alan açtı. Bir tanesi, uzun süredir vurguladığım gibi, bu çevrecilik ve ekoloji bir hippi meselesi, öğrenci meselesi, orta sınıf meselesi olarak görülürken, birden bir halk meselesi, bir yurt meselesi haline geldi. Hâlâ bir işçi sınıfı meselesi değil ama, en azından bütün halkın meselesi. Dolayısıyla ben bu “İki ağaç değil” lafına baştan karşı çıktım. Bu ağaç sembolizmini, tam tersine, yeşertmek gerekiyor. Buradan çok muhteşem bir şey kurulabilir. Bir kuruldu, bir bozuldu, bir kuruldu, bir bozuldu… Hâlâ tamamen bozuldu diyemem ama baştan “Bu bir ağaç meselesi değil” söylemi vardı. Halbuki en baştan Erdoğan karşıtlığı tam da bir ağaç meselesidir demek gerekiyordu. Bunu söyleyen çevreler de oldu. Onların niye marjinalize edildiğine bakmak lazım belki. Yani ilk başta çok büyük etki sahibiydi bu söylem Gezi’de, fakat sonradan bu marjinalize edildi ve “Ya Erdoğan’ı devireceğiz ya Erdoğan’ı devireceğiz” meselesine indirgendi Gezi. Buna indirgerseniz ve deviremezseniz bunun adı yenilgi olur. Ya da Gezi’den sonra tam anlamıyla bir liberal demokrasi kurulmasını beklerseniz ve bunu kuramazsınız bu bir yenilgi olur. Halbuki yeni alanların politize edilmesi anlamında bakarsanız bir zafer yaşanmıştır. Ama bu zafer çok daha büyük olabilirdi, yani orada tırnak içinde bir yenilgi var. Biz niye şunu yerleştiremedik: Hakikaten sermayeye ve de devlete karşı ağaçların savunulması bir yurt, bir vatan meselesidir. Bu çok eksik yerleşti. Artık daha çok yankı buluyor elbette, ama o büyük ayaklanmadan sonra bu Türkiye’deki muhalefetin ana eksenlerinden bir haline gelebilirdi. Tam tersine CHP’li belediyeler ormanların içine doğru genişlemeye devam etti, aynı AK Partili belediyelerin yaptığı gibi. Ağaçlar sermaye karşıtı bir eksen haline gelemedi fakat bunun imkânları doğdu, onun için de tam bir yenilgi diyemeyiz.
Gezi’de ortaya çıkan bir başka olanak da forumlardı. O forumlar daha kalıcı yapılar haline gelebilirdi. Fakat yine forumlara Erdoğan’ı devirme araçları olarak bakıldı. Sovyet örneğine dönecek olursak mesela, Rus Devrimi’nde işçi-köylü konseyleri sadece bir çar devirme aracı değil, aynı zamanda tabandan bir demokrasi kurma aracıydı. En sert devrimci durumlarda bile bu tür yapıların tek işlevi hükümet devirmek değildir ama forumlar yavaş yavaş iktidar devirme, hükümet devirme aracına indirgendi. Zaten şu görülmedi: AK Parti hegemonya kurmuş bir partidir. Böyle bir ayaklanma ile deviremezsiniz, bu açıdan çarlıktan farklıdır. Fakat sorun sadece bu da değil. Esas sorun hem iktidarı devirme aracına indirgenmiş olması, hem de taban demokrasisi meselesinin zaman içinde kenara itilmiş olması. Bunun istisnaları var tabii, Maltepe Forumu gibi. Yani birkaç yerde bunlar yaşatılmaya çalışıldı ve bunların yaşatıldığı yerde Gezi hareketinin ekolojik boyutunun da yaşatıldığını görüyorsunuz.
Bir de şunu da vurgulamak gerekiyor: Ekoloji kendi başına sadece ağaç meselesi değildir. Yani ağaçları ve ekolojiyi zaten oradan okumamak gerekiyor. Bunlar kent ve birikim modeliyle iç içe geçmiş dinamiklerdir. Gezi’nin büyüsü de buydu zaten. Ağaç sembolizmi içinde pek çok şeyi barındırıyordu: Sadece Erdoğan karşıtlığını, sermaye karşıtlığını değil, biz nasıl bir kentte yaşamak ve nasıl bir hayat istiyoruz sorularını sordu ve kısmi cevaplar verdi ayaklanma. Ağaçlar bunun sembolü haline gelmişti ve böyle semboller olarak kalabilirdi ama kalamadı. Yani ekolojiyi, ağacı, kenti buradan kurmak gerekiyor ki çevre sorunu tekrar sadece orta sınıf ve hippi meselesi haline gelmesin. Yanlış anlaşılmasın, orta sınıfı, hippi’yi de tamamen küçümseyerek söylemiyorum. Bunlar da bu hareketin kalıcı parçalarıdır ama, ekolojik harekette dünya çapında bir işçi sınıfıyla bütünleşememe marazı var. Üstelik bir sürü yerde köylü tabanları, yerli tabanları da olmasına rağmen bir türlü bir işçi sınıfı tabanı yetiştiremiyor. Çünkü ekolojinin, ağacın, kentleşmenin ve kentsel büyümenin bir sınıf meselesi, emek meselesi olduğu görülemiyor.
Gezi’de ve forumlarda bütün bunları tekrar baştan kurmanın ya da en azından kurmaya başlamanın fırsatları doğmuştu. Bu anlamda Gezi hâlâ bir ufuktur. Kendine koyduğu hedefler açısından yenildi (yani Türkiye’de demokrasi kurulamadı, Erdoğan uzaklaştırılamadı), ama bu imkânları konuşturmaya başlaması açısından Gezi çok büyük kazanımlar elde etmiştir. Sadece bizim o hafızayı o şekilde yeniden kurmamız gerekiyor, Maltepe Forumu üzerinden, başka birkaç yerde yaşayan forumlar üzerinden. Ve bunun da ötesinde, Can Atalay ve Mücella Yapıcı’ya, bu hapisteki isimlere bakalım: Mücella Yapıcı 1990’lardan itibaren depremi, kentleşmeyi, ağaçları yani ekoloji meselesini iç içe konuşmuş, tartışmış ve aktivizmini buradan kurmuş bir insan. Zaten böyle insanların varlığından dolayı Taksim Dayanışması’nın kurduğu söylem, sınırlılığına ve halka tam sirayet etmemesine rağmen, bütün bu öğeleri bir araya getiriyordu: Ekolojiyi, büyüme modelini, işçi sınıfını. Can Atalay’ın geçmişine baktığınızda da bütün bu meseleleri bir araya getirdiğini görüyorsunuz. Hem iş cinayetlerinin avukatıdır Can Atalay, hem de Gezi’nin sözcüsüdür. Aynı zamanda bir ekoloji sözcüsüdür. Bu türden insanların aslında geçmişinde, aktivizminde, söyleminde bu öğeler bir araya gelmiş durumda. Fakat bu isimler de yine bir Erdoğan karşıtlığına indirgendiği için bu zenginlikler fark edilmiyor. Bizim sadece Gezi’nin geçmişini değil, bugününü, yani hapisteki Gezicileri de buradan tekrar anlamlandırmamız gerekiyor.
‘GEZİ BİR İŞÇİ SINIFI AYAKLANMASIYDI’ YANILSAMASINI AŞMALIYIZ’
Gezi’nin bu muhasebesinden sonra yine bağlantılı bir soruya, orta sınıf katmanları ve sol-sosyalist harekete doğru ilerleyelim. Gezi’nin bir diğer bakiyesi olarak da sizin de biraz önce değindiğiniz gibi, bu kentli, eğitimli, orta sınıf ve emekçi katmanların sol-sosyalist hareketin stratejisine yön verdiği ve geleneksel anlamda işçi sınıfı kesimleriyle organik bir bağ kuramadığı çokça tartışıldı. Bu tartışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz? Ve bu bağlamda, bu sol-sosyalist gruplara, hareketlere rengini veren sınıfsal kompozisyon ne gibi imkânlar ve kısıtlar yaratıyor?
Evet, çok önemli bir soru. Ben iki hatadan başlamak istiyorum. Ne yapılabilirdi ve bundan sonra ne yapabiliriz sorularına yavaş yavaş geliriz. Gezi’de iki hata yaşandı. Beyaz yakalı emekçiler mobilize oldu. Hatta polisle çatışacak düzeyde mobilize oldu, bir anlamda devrimcileştiler. Ve buradan ilk çıkarılan kolay sonuç, “Onlar da işçi sınıfı, çok net görüyoruz ki bu işçi sınıfıdır, bu da bir işçi hareketidir” oldu. Türkiye sosyalist hareketinin ve Marksist entelijansiyasının en nitelikli kalemleri maalesef bu hataya yenik düştü diye düşünüyorum. Bunun zıttı olarak ise çok çok açık ifade edilmese de her zaman bir küçümseme oldu, “Bu plaza gençlerinden bir şey çıkmaz, bu beyaz yakalı hareketidir, işçi hareketi değildir” denildi. Şimdi bu ikisine de yanlış diyorsam o zaman elimizde kalıyor? Şu kalıyor, ya da kalmalı: Bu bir beyaz yakalı emekçi hareketidir ama işçi hareketi olup olmayacağı süreç içinde belirlenecek bir şeydir. Bu yüzden ben 10 yıldır Poulantzas diyorum. Neden? Poulantzas’ın sınıf analizinde bu kesimler, ne olacağı belli olmayan kesimler olarak anlatılır. Bunlar orta sınıf mı, işçi sınıfı mı? Bunu süreç, örgütler ve ideoloji belirleyecektir. Yani biz bunlara objektif olarak şu anda orta sınıf (ve işçi sınıfı değil) diyebiliriz. Ama işçi sınıfı hareketi, örgütlendikçe, genişledikçe ve ideolojik hegemonyasını kurdukça, özellikle beyaz yakalıların proleterleşen kesimleri sadece objektif olarak değil, subjektif olarak da proleterleşmeye başlayabilir. Ama şu anda bu kesimler hem sınıfsal konumlarıyla hem de duygularıyla, ideolojik eğilimleriyle orta sınıf insanlardır. Yani Gezi ayaklanmasının en civcivli zamanında da böyleydi, bunların bir kısmı HDP’ye yöneldiği zaman da böyleydi, 2015 sonrasında HDP zayıfladığı dönemde de böyle. Bunlar tekrar Türkçüleştiği zaman da böyleydi, şu anda da böyle. Bu kesimlerde hâlâ net ve keskin bir işçi düşmanlığı, mavi yakalı düşmanlığı görüyoruz, bu yadsınamaz bir şey. Bu konuları birazcık tartışmaya başladığınızda hemen kırk senedir bildiğimiz ezberi söylüyorlar: “İşçiden ne çıkar, ırkçıdır işçiler, dincidir işçiler, cahildir ve ben niye onun kazandığı kadar para kazanmıyorum” vesaire…
Hâlâ bu kesimlerin büyük bir çoğunluğu bizim önümüze bir Kenan Evren söylemiyle çıkıyor. Bunların içerisinde Gezi’de polisle çatışmış olan insanlar bile var. Hatta Gezi’nin orta sınıf bileşenleri arasında Gezi’nin düşüşünü, gecekondu mahalleli gençlerin sonradan akın akın Gezi’ye gelip polisle çatışmaya başlamasında ya da polisle yaşanan çatışmalara katılmasında gören insanlar var. Yani o sınıf nefreti devam ediyor. Dolayısıyla subjektif açıdan da bu insanlar şu anda proleter kesinlikle değildir, işçi sınıfının parçası kesinlikle değildir. Bunu artık net olarak görmemiz, “Gezi bir işçi sınıfı ayaklanmasıydı” yanılsamasını hakikaten aşmamız gerekiyor. Fakat kendilerini de yaralayan yerleşik sınıf nefretine rağmen bu insanlar, Türkiye’de sosyalizmin kurulmasının olmazsa olmazıdır. Beyaz yakalı emekçiler kazanılmadan, özellikle proleterleşen kesimleri, hatta proleterleşmeyen kesimlerinin bile ciddi bir kısmı kazanılmadan Türkiye’de sosyalizm kurulamaz. Bu sınıfsal nefret aşındırılmadan da bu kesimler kalıcı olarak mücadeleye kazanılamaz. İleri Haber’de yayınlanan bir iki yazıda da vurgulandı, sanırım Ahmet Bekmen’in yazısında bu vurgulanıyordu: Mesela İngiltere’de beyaz yakalı emekçiler daha geniş bir kesim ama Türkiye hem beyaz yakalı emekçilerin hem mavi yakalı emekçilerin ülkesi.[1] Bizde sosyalizm kurulacaksa bu iki kesimin ciddi anlamda bir araya gelmesiyle kurulacak. Ama bu zorlukların anlaşılması ve sonradan da aşılması için önce bu zorlukların itiraf edilmesi lazım. Ben bu itirafın hâlâ eksik yaşandığını düşünüyorum.
Yarın devam edecek: Türkiye İşçi Partisi’nin mavi ve beyaz yakalı emekçilerle kurduğu bağ nasıl geliştirilebilir? Beyaz yakalılarla klasik proletaryanın bir araya getirilmesi nasıl mümkün olabilir? Yardımlaşma ağları ve forumlar sosyalizmin kurulması yolunda katkı sunabilir mi?
[1] Yazı için bkz. Ahmet Bekmen. Gezi’nin Yeni Coğrafyaları. İleri Haber. 6 Haziran 2023.