Öfke, korku gibi duygular sınıf mücadelelerinin belirleyici bir parçası
Burak Çetiner
2023 seçimlerinin sonuçlarını tartıştığımız röportaj serimize Koç Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde doktora çalışmalarını sürdüren Sevinç Doğan ile devam ediyoruz. Gelir eşitsizliğinin yıkıcı boyutlara ulaştığı bir dönemde Doğan ile AKP iktidarı lehine sonuçlanan seçim sonuçları, siyasette duyguların rolü ve “siyasal özneleşme” kavramı üzerine konuştuk.
Önceki röportajımızda Doç. Dr. İsmet Akça’ya şu soruyu yöneltmiştim: “AKP ve diğer sağ partiler işçi sınıfının en yoksul kesimlerinden oy alırken sol/sosyalist partilerin bu insanlara pek de ulaşılamadığı sıkça dile getiriliyor. Bu yoruma katılıyor musunuz?” Size de aynı soruyu sorarak başlamak istiyorum, bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Gerçeklik görünenden daha karmaşık aslında. Türkiye’deki sınıfsal kompozisyon da homojen değil. Mesela Kürtler çok ağır bir mülksüzleştirme ve proleterleşme sürecinden geçti ve geçmeye devam ediyor. Yine Alevilerin yoğun olarak yaşadığı emekçi mahalleler mevcut. Kürtler ya da Aleviler sadece etnik ya da mezhepsel aidiyetlere sahip değiller. Bu kesimlerin önemli bir kısmı aynı zamanda emekçilerin, yoksulların ve işçi sınıfının bir bileşeni. Bu sebeple işçi sınıfının tamamı sağ muhafazakâr partileri ya da AKP’yi destekliyor diyemeyiz. Bu denkleme Suriyeli göçmenler de eklendi ki Suriyeliler de etnik ve mezhepsel olarak homojen bir yapıya sahip değil. O yüzden şu soruyu sormamız gerekir: Sosyalistlerin Kürtlerle, Alevilerle, Suriyelilerle kurduğu ilişkinin kendisi nasıl bir düzleme oturuyor? Çetrefilli bir alan… Burada sınıf siyaseti ve kimlik siyaseti diye ayrım yapılmasını hem teorik hem politik açıdan çok sakıncalı buluyorum. O yüzden ‘Önce sınıf gelir sonra etnisite, cinsiyet, din gibi kimlikler gelir’ bakışı, yani ekonomik indirgemeci bir tutum, en başta o toplumsal kesimler arasındaki örgütlenmeleri de olumsuz etkiliyor. Solun sermaye karşıtlığı ve sömürü biçimleri üzerinden bu kesimleri harekete geçirememesinin sebeplerinden biri de bana kalırsa, izlediği bu ekonomik indirgemeci sınıf bakışı. Bu mesele önemli çünkü solun burada bir potansiyeli var. İktidar buradaki kesimleri kırılgan ve şiddete açık tutuyor ve “öteki” ilan ediyor. Sol buralarda mevcut ama alternatif politikalar üretemiyor. Statükocu partileri karşısına alarak, sermaye karşıtlığı ve sömürü biçimleri odağında bu kesimlerle buluşabildiği bir hareketlilik yaratamıyor. Etnisite ile sınıfın ya da cinsiyet ile sınıfın bir arada ve iç içe var olduğunu, yeni bir sınıf politikası üretebileceğini görmek gerekiyor. Bunu otoriterlik karşıtı bir siyasal hat ile buluşturmak da önemli.
Sınıfın diğer parçası olan ve senin sorunun da asıl muhatabı olan diğer sınıf kesimlerine gelecek olursak, bunlar Türk-Sünni kimliğini benimsemiş kesimler. İktidarın daha makbul vatandaş olarak kabul ettiği, daha az ötekileştirilen kesimler. Bu kesimler içinde, orta sınıfların daha çok CHP gibi statükocu partilere, daha yoksulların ve alt sınıfların ise AKP’ye yöneldiğini görüyoruz. Bu genellemeyi yaparken tabii ki AKP’nin de kendi orta sınıfını ve kendi sermaye gruplarını yarattığını atlamamak lazım. Örneğin Sanayi Mahallesi (İstanbul-Kağıthane) gibi örnekler bize farklı sınıfların iktidarla ilişkisini, “Neden AK Partili oldum?”un hikâyesini anlatıyor. Hem kır-gecekondu kökenli emekçilerin, hem de sınıf atlayarak yeni orta sınıfı oluşturanların hikâyesini… Solun bu mahallerdeki ilişkisinden öte ilişkisizliği daha belirgin. Burada tarihsel olarak şiddet araçlarıyla solun buradaki mevcudiyetinin kesilmesinden bahsedebiliriz. 1980’lerden itibaren sol kuşakların ağır baskı araçlarıyla sindirilmesi sonucunda geriye nostaljik anlatımlar kaldı. Bugün süreklilik halinde olan, kazanım-yenilgi içeren sol stratejilerin mirasına dayanan bir sosyalist mevcudiyet görünür değil. Sosyalistler bu mahallelerde bir zamanlar vardı, ama o kadar. Bunun sürekliliği, buralardan nasıl dersler çıkarılabileceği gibi meseleler eksik kalmış. Bu açıdan izlenilen neoliberal sınıf siyaseti ve yeni iktidar teknikleri de bu etkiyi yine olumsuz anlamda güçlendirir nitelikte. Bu gelişmeler hem sınıfsal yapıları hem de politika yapma biçimini değiştirdi.
Bütün bunlarla birlikte AKP’nin örgütlenme ve yerel örgütlerini kullanma biçimi de önemli bir etken. Devletiyle, belediyesiyle, bürokrasiyle, özel sermaye ağlarıyla iktidar burada yeni ağlar kurdu, kendi ilişkilerini geliştirdi ve bu alanlara kendi siyasetini taşıdı. Bütün bunlar bir şekilde hem iktidarın buralarda neden var olduğunu, hem de sosyalist siyasetin buralarda neden var olmadığına dair bir sürü şey anlatıyor. Bir de sosyalistlerin, iktidarın hitap edebildiği mahallelerde var olamamasının sebepleri arasında yürüttüğü kitle siyaseti ve sınıf perspektifini de masaya yatırmak gerekiyor. Karanlık-aydınlık gibi ikilemler ya da bunlardan türetilen söylemler sınıfları birleştirmiyor, ayrımları pekiştiriyor. Bana göre kişiselleştirilmiş ve salt Erdoğan karşıtlığına sıkışmış bir siyaset ya da dine yönelik toptancı yaklaşımlar oradaki kitlelerle bağ kurulmasına, onlarla iletişim kurulmasına baştan bir set çekmiş oluyor.
Toptancı-aydınlanmacı ve kişiselleştirilmiş bir yaklaşımın aslında yanlış olduğunu söylüyorsunuz değil mi?
Doğru-yanlış ya da iyi-kötü’den öte politik strateji açısından handikaplar var. Sosyoloji ya da belli antropoloji çalışmaları bize, dinin farklı coğrafyalarda ve dönemlerde sadece “baskı” üretmediğini, toplumların başka ihtiyaçlarına da hitap ettiğini gösteriyor. (David Harvey’in geçen yıl yayımlanmış, din üzerine olan podcastinde bahsettiği gibi(1). Diğer yandan Türkiye’de yaşayanlar olarak, siyasal İslam’ın ya da tarikatların çizgisindeki dini pratiklerin yıkıcılığını da biliyoruz. Fakat bunları bir kenara bırakarak, sol-sosyalist bir kitle stratejisinden, yani toplumsal kesimlerle “iletişimi” zorlaştırmayan, ne tür bir dil ve söylem üretilmesi gerektiğine dair bir ihtiyaçtan bahsedilebilir. Söz gelimi, bir siyaset taşıyıcısı olarak benim seninle iletişim kurmam için, seninle oturup bir çay içebilmem için önce aramızda asgari düzeyde bir güven bağı oluşması gerekiyor. Yani din hakkındaki tartışmalara belki çok fazla girmeden benim sana siyasal çizgimi anlatmak ve pratiğimi göstermem gerekiyor. Bunu en baştan, bu insanlarla arama set kurarak yapamam. Sürekliliği olan bağlar kurmaya çalışmam gerek önce. O yüzden daha popülist bir yaklaşımın sol açısından tartışılmaya değer olduğunu düşünüyorum.
‘EKONOMİK KRİZLER EMEKÇİLERİ SOL SİYASETE KENDİLİĞİNDEN İTMİYOR’
AKP’nin gelir eşitsizliğinin bu kadar yükseldiği bir dönemde en azından Cumhur İttifakı olarak oy oranını büyük ölçüde korumasını nasıl açıklayabiliriz? AKP’nin örgütlenme modelinin emekçi kesimlerdeki etkisini nasıl yorumlarsınız?
Ekonomik krizler ya da gelir eşitsizliği kendiliğinden emekçileri sol siyasete ve sol partilere itmiyor. Nesnel koşullar kendiliğinden siyasal eğilimleri ve tercihleri belirlemiyor. Burada siyasal partilerin ve aktörlerin izledikleri politikalar kadar muhalefetin izlediği stratejiler de belirleyici. 1929 Buhranından sonra İtalya’da Mussolini “halka gitmek” adıyla bir strateji izledi. Ekonomik kriz ciddi bir muhalif hava ve hoşnutsuzluk yaratmıştı ve buradan gelecek tepkiden korkup, faşistler kitlelere gitmişti. Kitle organizasyonları üzerinden kırları, kentleri, yaşam alanlarını ve iş yerlerini içeren bir siyaset izlendi. 1920’lerin ortalarından beri iktidarda olan, komünistlere karşı ağır bir saldırı politikası izleyen İtalyan faşist partisi, kitlesel hoşnutsuzluktan çekinip strateji geliştirdi. Sadece zor ile değil, rızayı da içeren bir stratejiydi bu. Bu örneği anlatmamın sebebi az önce söylediğim gibi kendiliğinden sola kayışın çok safdil bir beklenti olduğunu ve bugün de benzerini gördüğümüz şekilde sadece sol siyasetin değil sağ/faşist siyasetlerin de ekonomik kriz konjonktüründen yararlandığını gösterebilmekti. AKP de deprem gündemi dâhil olmak üzere benzer şekilde ekonomik kriz derinleştiği andan beri kitlelere siyaset götürmekten vazgeçmedi. Bütün bir propaganda makinasıyla hem Erdoğan hem parti örgütü, kitlelere kendi siyasetini taşımaya devam etti ve aslında şunu söyledi: “Evet farkındayım, sorunlar var ama bana güvenin, bu sorunları yine biz çözeceğiz.” Değişim ve belirsizliğin karşısına, Millet İttifakı’nın dağınık görüntüsünün karşısına, belki eskisine göre daha kötü ama tanıdık ve bilindik aktörlerle devam etme kartını ortaya koydu. “Bu belirsizlik atmosferinde hoşnutsuz da olsanız bana bir şans daha verin”, dedi aslında.
Önümüzdeki dönemde aynı hatalara düşmemek için bu gerçeği tekrar tekrar vurgulamak gerekiyor; ekonomik kriz gibi meselelerin kitleleri kendiliğinden ve doğrudan sola iteceği gibi bir şey yok. Türkiye’de çok fazla kendiliğindenci bir bakış açısı var. Bu açıdan bir de şunu önemli görüyorum, böyle bir kriz ortamında sadece Erdoğan’ın karizmasıyla ya da büyük medya propagandasıyla açıklanamayacak bir durum var. Ortada öyle veya böyle işleyen bir parti ve bunun ekonomik-sosyal ağları var. Yüz binlerce, belki milyonlarca insanın katıldığı seçim faaliyetleri var… Bunların kendisinin de o siyasal alana ve yerele etki ettiğini görmek gerekiyor. İnsanlar sadece büyük medya ağları, televizyonlar aracılığıyla değil, bizzat Erdoğan’ın söylediklerini kendi kapısına gelen, kendisiyle görüşen, çayını içen, evine ziyarete gelen, seçimlerle ilgili kendisine bir sürü şey söyleyen yerel siyasal aktörler üzerinden de etkileniyorlar. Bir diğer deyişle AKP’nin hareket ettirdiği yerel araçlar üzerinden belki kaybolan ya da aşınan rıza mekanizması yeniden üretiliyor.
‘KİTLELERİN HOŞNUTSUZLUĞU, ÖFKESİ YA DA KORKUSUNA DENK DÜŞECEK BİR SİYASET GERÇEKLİĞİ OLAMADI’
Bu yapıyı ve örgütlenme modelini iyi analiz etmek gerekiyor… Doğrudan bağlantılı olmasa da bu konuyla ilişik olduğunu düşündüğüm bir meseleye geçmek istiyorum: “Siyasal özneleşme”. Birikim Dergisi’ne yazdığınız yazıda “siyasal özneleşmenin kaybı” ifadesini kullanıyorsunuz. Gezi Direnişi ve Rojava inşa deneyimini göz önünde bulundurursak çok da uzak geçmişte olmayan bir dönemde, bu coğrafyada kitlelerin doğrudan siyasete katılım yollarını yarattığı süreçleri yaşadık. Aradan geçen 10 yılın sonunda bugünden baktığımızda bu deneyimlerden “siyasal özneleşme” anlamında bize ne kaldı? Daha farklı bir ifadeyle söylersek yurttaşı seçmen olarak gören siyasi anlayışın karşısına ne koyulabilir?
Sondan başlayarak geriye doğru gidebiliriz. Başkanlık rejimi iktidarda kalma yönündeki baskısını çok sert bir milliyetçi tonla bir şekilde topluma onaylattı. Değişim yönündeki talep ise hezimete uğradı. Geniş kesimler canhıraş bir şekilde değişim talebini somut olarak ortaya koydular. Bu hezimetin sadece iktidarın pratikleriyle açıklanamayacağını ve böylesi bir hezimet yaşamasına statükocu muhalefet partilerinin de önemli bir payı olduğunu düşünüyorum. Bunu daha fazla vurgulamak gerektiği çok açık. Tam da bu yüzden büyük bir toplumsal moralsizlikle baş başayız. Seçimler muhalif kitlelere bir kurtuluş-kıyamet ikiliği olarak sunuldu ve sol da bir şekilde bunun peşinden sürüklendi. Bunun alternatifi olarak başka bir şey kurulabilir miydi? Solun buna gücü var mıydı? Bu soruları cevaplamak zor. Ama bir şekilde yaşanan son on yıldaki deneyimlere baktığımızda statükocu partilerin bu kadar peşinden sürüklenmek, kitlelere başka herhangi bir alternatife hazırlamamak aslında solun da bir yerde hezimeti oldu.
Eğer Gezi’den itibaren bakacak olursak, Gezi’den sonra ne oldu? İlk olarak 30 Mart 2014 yerel seçimleri vardı. İstanbul adayı Mustafa Sarıgül’dü. Gezi’de yaratılan enerjiye hiç de uygun düşmeyen bir adayla muhalefet bize gelin bu enerjiyi seçimlere taşıyalım dedi. Hemen ardından 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve Ekmeleddin İhsanoğlu’nun adaylığı, muhalefetin sağa açılarak seçim kazanma stratejisinin bir başka fiyaskosu oldu. Sonrasında 7 Haziran 2015 seçimlerinde AKP’nin iktidarı kaybetmesi ama hemen 1 Kasım’da şiddet ortamında yenilenen seçimleri yaşadık. O dönemde bugüne kıyasla, daha dirençli olan kitleleri baskı ve zor aygıtlarıyla sindirme operasyonu o dönemki muhalefet partilerinin atıllığı sonucunda başarılı olabildi. Daha sonra Nisan 2017’de Anayasa değişikliği referandumu oldu. ‘Hayır’ kampanyası gerçekten başarılıydı ama mühürsüz oy tartışmalarına rağmen CHP başta olmak üzere statükocu partiler hiçbir şey yapmadı ve rejim değişikliği gerçekleşti. Siyasal alan gittikçe daralmaya başladı. Bir taraftan da şiddet araçları yükseldi. 15 Temmuz’la birlikte OHAL ve sokağa çıkma yasakları ilan edildi. HDP belediyelerine kayyumlar atandı. Sınır ötesi operasyonlar arttı. Ülkenin her yerinde bombalar patladı, Reina saldırısı, Sultanahmet saldırısı, 10 Ekim ve Suruç patlamaları yaşandı; meydanlar, sokaklar terörize edildi.
Bir taraftan da sürekli olarak, her şeyi bir sonraki seçime erteleme, öfkeyi, korkuyu, bir şekilde değişim arzusunu, yani bütün o toplumsal alandaki enerjiyi iki üç yılda bir gerçekleşen seçimlere erteleme hali baskın geldi. Bunu sadece iktidar yapmadı. Ana akım muhalefet partileri de bunu yaptı. Seçimlerde absürt bir şekilde sürekli olarak pozitif siyasal propagandanın altı çizildi. Reklam-pazarlama diline uydurulan bir seçmen-müşteri avlama tekniği öne çıktı. Bence bu toplumsal olanın kendi gerçekliğine uyan bir durum değil. Türkiye’nin son 5-6 yılına bakarsak hem ekonomik hem siyasal hem toplumsal açıdan çok ağır bir dönemden geçiyoruz. Kitlelerin kolektif ruh halleri, hoşnutsuzluğu, öfkeleri ya da korkularına uygun, buna denk bir siyaset temsili yoktu. Ve bu sadece iktidar tarafından değil CHP gibi muhalefet partileri tarafından da sürdürüldü.
‘SOLUN SİYASETİ SADECE SEÇİM SATHINA SIKIŞTIRAN ANLAYIŞTAN KURTULMASI GEREKİYOR’
Bu iş sadece seçimlerde çözülmüyor. Seçim sonuçlarını her şeyi belirleyecek bir mahşer günü gibi gören bu siyasetin kendisi doğru değil. Sosyalistler oyun kurucu olamadıkları bu ortamda en azından alternatif söylem ve politikalar üreterek kitlelerin yaratılan rüzgârın peşinden gitmelerini engelleyebilecek gayrette olabilirlerdi. Bu seçimlerde başka türlü bir olasılığın, yani sürecin bu kadar kolay geçmeyeceği, en azından Erdoğan’ın ya da AKP’nin sadece seçim sonuçlarıyla gitmeyeceği çok netti. Böylesi bir yanılsamaya kapılmanın maliyeti muhalefetin her kesimi için çok büyük oldu. Ortada milyonlarca insanın yaşadığı hezimet, duygusal çöküntü, beklenti, değişim karşısındaki umudun yok olması ve bu siyasal özneleşmenin kaybını yaşadık… İnsanlarda “Ne yaparsak yapalım hiçbir şey değiştirmiyor” duygusu baskın geldi. Siz insanlara en önemli şey seçim diyorsunuz ve onlar sandığa da gidiyor, oy da kullanıyor, canhıraş bir şekilde sandıklara da savunuyor ama hiçbir şey değişmiyor. Siyasal alan sadece seçime, siyasal pratik de yalnızca oy verme eğilimine sıkıştırılıyor.
Solun siyaseti sadece seçim sathına sıkıştıran, siyasal pratiği de oy verme olarak gören bu tür bir anlayıştan hızlıca kurtulması gerekiyor. Yani yanlış anlaşılmasın, seçimler elbette önemli. Verdiğimiz oyların nereye gittiği elbette ki bir sürü dinamiği belirliyor ama her şeyin belirleyicisi de seçimler olmuyor gördüğümüz gibi. Siyasal faillik sadece buradan kurulmuyor. Örneğin eskiden insanlar sadece seçim sonuçlarına bağlı kalmadan da gündelik hayatlarında, eylem pratiklerinde kendilerini toplumsal alanda ifade etme araçlarına ve koşullarına sahipti. Öfke, üzüntü ve sevinçlerini ifade etme konusunda, yani kolektif duruşlarına ve hafızalarına sahip çıkma anlamında daha net bir duruş sergileyebiliyorlardı. Yaşadığımız dönemde bu refleks kaybolmuş gibi geliyor bana. Burası da bir mücadele alanı ve buradaki pratiklerimizi güçlendirmemiz gerekiyor. En basitinden statükocu partilere karşı da bu eğilimi savunabilmeliyiz. Referandum sürecini hatırlarsak mühürsüz oy tartışmalarından binlerce insan sokaklara çıkmıştı. Burada bir enerji birikmişti. Tek adam rejimi karşısında biriken o öfkeyi ana akım muhalefet partileri soğurmuştu. Korku da öfke de çok güçlü ve insanları harekete geçiren duygulardır. Ama orada umutsuz durduğunuz ya da ertelediğiniz zaman, “Seçim gününü bekleyin” diyerek durduğunuz zaman bu kitleleri pasifize etmek anlamına geliyor. Bu aynı zamanda o kitlesel duyguları da pasifize etmek demek. En azından buna çanak tutmamak ve bunu görmek gerekiyor. Bunun bir sınıf mücadelesi olduğunu görmek gerekiyor. Bu anlamda statükocu muhalefet partileri iktidara karşı dursalar bile çok net bir sınıf politikası uygulayarak ve bence bilinçli şekilde bu alanı pasifize ediyorlar.
‘ÖFKE SINIF SİYASETİNİN BİR BİLEŞENİ’
Siyasette duyguların önemine dair çok önemli şeyler söylediniz. Yine aynı yazınızda şu ifadeler yer alıyordu: “Duygular ve öznelliklerin de toplumsal mücadelenin bir parçası olduğunu vurgulayan Marksist teorik hatta işaret etmek istiyorum.” Sosyal psikoloji ve kitle psikolojinin siyaset üzerinde belirleyici bir etkisi olduğunu düşünüyor musunuz? Bu ifadeleri biraz daha açabilir misiniz?
Son günlerde 17 yaşındaki Cezayir asıllı Nahel’in Fransız polisi tarafından öldürülmesi ve arkasından Fransa’daki banliyölere ve ülke çapına yayılan bir şekilde protestolar, ayaklanmalar çok net bir şekilde bize şunu gösterdi: “Öfke sınıf mücadelesinin, protestoların ve o dinamiğin gerçek bir bileşeni.” Duygular olmadan sınıf mücadelesi olmaz. Devrimler tarihine baktığımız zaman hoşnutsuzluk, üzüntü, öfke, nefret, korku ve acının her zaman çok belirleyici ve motor güç olduğunu görürüz. O yüzden kültürel Marksist sınıf teorisyenleri duyguların sınıfsal tepkilerin ve reflekslerin temel kurucu bileşeni olduğunu söylüyorlar. Kolektif öfkenin kötü bir şey olduğunu söyleyen liberal söylemler ve teoriler var. Niye öfke sınıfsal açıdan kötü bir şey olsun? Bir işçinin, emekçinin öfke duyması ya da hayatından hoşnutsuz olması bir sınıf öznelliğinin gerçek bir parçasını oluşturur. Bu açıdan sınıf mücadelesinin sadece ekonomik anlamdaki maddi boyutunu değil sembolik boyutlarını da görmek çok önemli. Sembolik boyutlarıyla birlikte sınıf mücadelesini tekrar fark etmek gerekiyor. Bizim bu son yıllarda yaşadığımız, özellikle bu son seçimde yaşadığımız inanılmaz bir duygusal sıkışmışlık ve değişim talebiydi. Bu duygusal sıkışmışlık da mücadelenin bir parçası.
O yüzden korkuyu, öfkeyi, nefreti, sıkışmışlığı bir şekilde dizayn etmeye çalışmak, “Bekleyin” demek aslında oradaki potansiyeli boğmak anlamına geliyor. Bu yaklaşım duyguların kendi içinde çürümesine neden oluyor. Bana sorarsanız Türkiye’deki en büyük sıkışmışlık kitlelerin çok uzun bir süredir ortalama iki yılda bir olan seçimlere bel bağlaması ve o toplumsal dinamizmin bir türlü kendisini gündelik hayatta gerçekleştiremiyor olması. Fransa’da olanlar ise bize şunu gösterdi: Sen 17 yaşındaki birini sorgusuz sualsiz öldürebilirsin ama öldürürsen bunun karşısında ciddi bir tepki görürsün. Fransa’da da “Bekleyin, görün, seçimle gidecekler” gibi söylemler ezilen kitleler üzerinde hegemonik bir etki bıraksaydı bugünkü protestoları muhtemelen göremeyecektik. O yüzden sosyalistlerin siyasal hattın sadece seçimlere sıkıştırılması üzerine tekrar tekrar düşünmesi gerekiyor.
HDP/Yeşil Sol başta olmak üzere birçok sol/sosyalist parti seçimlerden sonra bir değerlendirme eleştiri/özeleştiri sürecine girdi. Sizce önümüzdeki dönemde sosyalist partilerin nasıl bir strateji izlemesi gerekir?
Seçimleri gündeminizden çıkartmanız elbette ki Türkiye gibi bir yerde pek mümkün değil. Seçimler insanların politikleşme ve politikayı rahatça konuşabilme dönemleri oluyor. Ayrıca bir şekilde sokağa çıkmanız, kendinizi tanıtmanız, orada var olduğunuzu göstermeniz açısından da önemli. Ama artık seçimler dışında insanlarla bağ kuracak yollar kesinlikle üretilmeli. Gramsci’ye referansla söylersek sosyalist solun bir hegemonya mücadelesi vermesi, gündelik hayattaki siyasete nüfuz edecek, insanları dönüştürecek etkili bir siyasetin yollarını bulmaya çalışması, en azından bunu araması gerekiyor. Strateji konusunda sosyalist hareketin uzun erimli tartışmalar yapması önemli. Çok ciddi bir teorik boşluk var aynı zamanda. Sosyalistler uzun zamandır Türkiye’de teori tartışmıyor, sonuç alıcı bir strateji tartışması yapamıyor. Hem seçimlere bakış hem de tekrar gündelik hayat üzerinden bir siyasal özgürleşme mücadelesinin nasıl tekrar kurulabileceği, bunların araçları ve aktörleri öz eleştirel bir şekilde derinlemesine tartışılmalı. Bunları tekrar konuşmaya çok ihtiyaç var.
Solun belki iktidarın mahallesine ve oradaki kitlelere tekrar ulaşabileceği, bunun kanallarının neler olacağını, böyle bir amacı olup olmayacağını tekrar tartışmaya ihtiyacı var. Yine solun yeni bir sınıf analizine ve sınıfa dair yeni tartışmalara ihtiyacı var. Türkiye’deki tartışmalar çok kısıtlı kalıyor. Sosyalist hareket eğer iktidar mahallesine hitap edecekse, din meselesine yaklaşımını da tekrar düşünmesi gerekiyor. Ek olarak iktidar ya da otoriterlik karşıtlığının kişiselleştirilmiş bir anti-Erdoğancılık hattından çıkarılması da önemli görünüyor.
(1) David Harvey, Religion’s Impact on Politics, https://www.youtube.com/watch?v=UFPcDpkSyiw&ab_channel=DemocracyAtWork,